Blogger Template by Blogcrowds.

      Geçenlerde bir trailer izledim: Tinker Tailor Soldier Spy.  İçimde yaşayan bir müzik organı var. Özerk kişiliklidir, kendine ait bilinci vardır; bu bilinç, ısrarla bu trailer'daki müziği anımsadığını söylüyordu bana.

  Bugün de oturdum, Cumartesi Gecesi film keyfimde, X Men: First Class'ı bir de evde "1080 izleyelim bakalım", dedim. Evet evet... Eric, Arjantin'de barda çılgın atarken çalıyordu bu: Frankenstein's Monster...


                Mevzunun Mobayl Fon ile bağlantısı ne ola ki acaba sayın selfonperverler? 

                                                                   Olayı şu: Yıllardır, ki çok uzun yıllar oldu bu, ilk mp3 çalarlı telefonumdan beri, hep aynı müziği, yani pürneşe, dolu dolu Bach, dolu dolu Jazz olan Mobayl fon meyn teğm müziğimi, yani BWV 1060 Allegro, Güher - Süher Pekinel'in çaldığı, Jacques Loussier'in aranje ettiği enfes düzenlemeyi, bu sıradan ancak gaz müzik ile değiştirmiş bulunmaktayım... Değiştirmeden evvel, kırpma, kesme, biçme ve montajlama da yaptım tabii ki.


İsme bakın isme: Frankenstein's Monster.


                 Hala Frankenstein'i yaratığın adı zannedenleriniz varsa, bir zahmet, gitsin kendini bir köşede... 


                      Herneyse, toplama ve çıkma beşerevladı parçalarından kolajlama bir yaratığın müziği de, pek şık durur artık...

      Uzun bir aradan sonra, blogumuza geri dönüyoruz. Kim? Ben, ben, ben ve daha çok ben. "Hayatta en hakiki gerçek bencilliktir", diyerek.

     Üzerine ileride çok uzun bir felfese yapacağım ve bu nedenle de çoğu kişi tarafından nefretle karşılanacağımı bildiğim Behzat Ç. denilen şeyin çekim ekibinin kamera açıları beğenmeye çalıştığı bir yerden geçerek başlayan günümde, son durağım Kuğulu Park oldu.

     Angara'nın Şanzelize'si yakıştırılması yapılan ultra saçma Tunalı Hilmi isimli caddede eşofmandan bozma bir don, kafamda gagalı şapka, üzerimdeki hiçbir şeyle renk uyumu olmayan bordo güneş gözlüğüm ve elimde vileda sapı ile yürüyordum.  Çünkü, vileda sapı almak için evden çıktım ve anahtarımı içeride unuttum. Allah'tan sap kırmızıydı ve kendimi bir Lord De Sith gibi hissederek, elalemin süslenme hazırlığının gezme süresini aştığı Tunalı'da, boydan boya bir kalabalık yardırmasıyla Kuğulu'ya gittim oturdum. 

     Başkent, insanı öğütmüyor, ancak bir çabayla da varolman gerekiyor. Bu bakımdan ruhu en doyurucu yer olarak görürüm Ankara'yı. Başkent, göze değil, ruha hitap eder. Kapalı kapılar ardı şehri, şehirde de bir açık kapı: Kuğulu. 

     Ağaçları çevreleyen banklardan birinde elimde vileda sapıyla otururken, tepeme bir güvercin sıçtı. Vileda sapına da sıçtı, yanımdaki amcaya da sıçtı. Güvercinler sürekli sıçıyor. Girişimci bir ruhum olsa, boka dayanıklı şemsiye işine girdirecek kadar yoğun bir bok yağmuru.

     Uzun zamandır, hayaleti bile ortalarda görünmeyen Polyanna (her zaman; poly anna - çoklu anna, birden çok anna, oh la la, kıvamında düşünmüşümdür) hislerim devreye giriverdi. Ya kuğu sıçsaydı?

      Gittim, şapkamda güvercin boku ve yine boklu vileda sapım ile beraber, karşıdaki d&r'a girdim, patlattım bir kitap ve önündeki cafede okudum anahtarım gelene kadar.

      Yaklaşık 6 aydır sürdürmüş olduğum hiçbir şey okumama durumuna da, bugün bir nokta çakmış bulunmaktayım.


Blogum bundan kelli eskisi gibi olmayacaktır...









Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa